9 Nisan 2008 Çarşamba

Ecnebilerin Gözünde Havza Mitingi





Bugünkü hükümet iyi midir, kötü müdür? Her hükümet hem iyidir, hem kötü. Hükümetin iyi veya kötü olduğunu anlayabilmeyi hükümetin kuruluş amacında aramak lâzımdır. Amaç, hükümet kuran milletin huzur ve rahatını sağlamaktır. Bunu sağlayan her hükümet şekli iyidir.

Şimdi bugünkü hükümet şekliyle öncekiler arasında bir karşılaştırma yapalım: Millî olmayan önceki hükümet milletin rafahını korudu mu? Gerçekte önceki hükümetler birçok yerler zaptetti. Fakat oralardan geri çekile çekile bugün tespit etmeye uğraştığımız bir sınıra geldi. Kayıplarımızın yani eski hükümet şeklindeki kaybımızın derecesini birkaç örnek ile anlayabileceğiz. Süveyş Kanalı açıldıktan sonra Yemen'de kaybedilen Türk evlâtlarının miktarı 1,5 milyon civarındadır. Afrika ve Suriye'nin elde tutulması için feda edilen Türk evlâtları da haddinden fazladır. Milletimiz baştan ayağa kadar çok fakirdir ve refah ve mutluluktan da uzaktır. 2 - 3 sene önce Samsun'da halk bir miting yapıyordu. Yabancılar halkın miting yapıp yapmadığına merakla baktıktan sonra "HAYIR MİTİNG OLMADI BİR TAKIM HAMMAL TOPLANDI" demişlerdir. Halbuki efendiler bunlar yoksulluk ve çaresizlik içindeki milletin fertleri idi. Milletin refah ve mutluluğunu temin etmeyen hükümet zararlıdır, kötüdür ve terk etmek lazımdır. Fakat biz onu kolay kolay terk edemedik. Ve millet ondan kurtulabilmek için çok fedâkârlık yapmıştır ve daha çok fedâkârlığa lüzum vardır. Bugünkü hükümet şeklimiz iyi midir? İyidir. ( 1923 )
(Arı İnan, Gazi M.Kemal Atatürk'ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları)



Sultanahmet Mitingleri, 15 Mayıs 1919'da İzmir'in İşgali üzerine yapılan Türk Ocağı ve 
Karakol Cemiyeti tarafından düzenlenen mitinglerdir. Bundan önce yine İstanbul'da 
işgali kınamak ve direnişi yaymak için Fatih, Üsküdar–Doğancılar, 
Kadıköy mitingleri yapılmıştı.

8 Nisan 2008 Salı

1919 Anadolu’ya Yolculuk



Samsun’dan Havza’ya gidiyorduk. Altımızda Birinci Dünya Harbi’nden kalan Benz marka bir otomobil vardi. Şoför de Türk değildi. Yola çıktık biraz sonra motorda bozukluk oldu ve araba durdu. Otuz altı yaşında zaferler kazanan kumandan Mustafa Kemal Paşa’nın ne demek olduğunu arkadaşları bilirler. Kızdı ve asabileşti. Şoförü azarladı ve kendisi makineyi harekete geçirmeye uğraştı. Tabi muvaffak olamadı.

Ben Doktor Refik Saydam ve Kazım Dirik Paşa bir köşede duruyorduk. Doğrusu içimizden neden ise karıştığına hem üzülüyor hem sinirleniyorduk. İçimizden geçeni anlamış gibi bize baktı ve dedi ki:

- "On sene sonra sizinle kendi yaptığımız yollarda Türk şoförleri bizi istediğimiz yerlere götürecekler!"

Biz sustuk. İçimizden geçenlerin ne olduğunu bilmem anlatmak lazım mı? Aradan tam on yıl geçti. Ben birinci umumi müfettiş idim. Diyarbakır’a gelmişti. Bir yolda giderken gene otomobil bozuldu. Kafile durdu. Beni yanına çağırdı ve Türk şoförle işlemeye başlayan makineyi işaret etti:

- "Vaadimi yerine getirdim!"
Dr. İbrahim Tali Öngören

KAYNAK: Kemal Arıburnu, Sivas Kongresi (Samsun’dan Ankara’ya kadar olaylar ve Anılarla), Ankara, 1997. Sayfa:198-199

7 Nisan 2008 Pazartesi

Badıllı Köyü



Mustafa Kemal Atatürk Samsun'a çıktığı 19 Mayıs 1919 gününün ertesi günü şehirde durmamış civardaki Türk köylerini ziyarete çıkmıştır. Çünkü o günlerde kent pek tekin değildir. Mondros Ateşkes Antlaşması (30 Ekim 1918) 'nın ardından 13 Kasım 1918'de Osmanlı'nın başkenti İstanbul işgal edilmiş. Bu işgal hareketinden güç alan Rum Çeteleri Samsun'daki azgınlıklarını daha da artırmışlar adeta sokaklarda terör havası estiriyorlardı. Halkın "Gavur Azması" adını verdiği bu kargaşa içerisinde yerli halk adeta içine kapanmış ne yapacağını bilemez hale gelmişti. Atatürk'ün şehre gelişiyle ortalıkta "Atatürk'e suikast" haberleri de dolaşmaya başlayınca Gazi, bir devlet memuru gibi çalışmak yerine kolları sıvayıp olay bölgelerine giderek bizzat yerinde inceleme, bilgi alma ve halkı bilinçlendirme yolunu seçmişti.

20 Mayıs sabahı Mert ırmağının batı yakasını takip ederek önce Badırlı Köyünü ve sonrasında da, daha ilerideki bir kaç Türk köyünü ziyaret ederek halkla görüşüp, onlarla bilgi alışverişinde bulunmuştur.

Mustafa Kemal Paşa, ziyaret ettiği Badırlı Köyünde Türk çetelerle görüşmüş ve onların Milli mücadele saflarına katılmalarını sağlamıştı. Köyün büyükleri o günlerden hatırlarında kalanları şöyle nakletmişlerdir:

Köylümüz, "Bir gün köye atla yüksek rütbeli subaylar geldi. İçlerinden birisi bize Mustafa Kemal Paşa'yı tanıttı. Çanakkale savaşlarında ününü duymuştuk. Hayranlıkla kendisini seyrettik. Mavi mavi çakmak çakmak gözleri vardı. Kendisine kahve ikram ettik. Bu sırada karşı köylerde bazı evler yanıyordu. Devlet otoritesinin zayıflığı, hatta yokluğu sebebiyle Rum çeteler, mala, cana, ırza, namusa tasalluttan geri kalmıyorlardı. Mustafa Kemal Paşa, bu yanan evler hakkında bilgi istedi. Anlattık. Gözleri ağlamaklı oldu. Köy meydanındaki bu konuşmalar sırasında köyün ileri gelenlerinden Osman Ağa Gaziye dönerek şöyle dedi: "Paşam, Rum çeteler köyümüzü yıkacaklar. Görüyorsunuz karşı köyü de yakıyorlar. Bize 8-10 jandarma verseniz de köyümüzü koruyalım".

Paşanın gözleri alevlendi ve dedi ki; "Mesele köyleri değil, vatanı koruma meselesidir. Anam var demeyeceksin, karım var demeyeceksin, çocuğum var demeyeceksin, vatanın imdadına koşacaksın. Çünkü vatan elden giderse, bunların hepsini kaybedersin."

6 Nisan 2008 Pazar

Anadan Ayrılış


“Cennet, anaların ayakları altındadır.” Hz. Muhammed (SAV)

Mustafa Kemal, o gün son ayrılık ziyaretlerini yaparak eve döndü. Karşısına çıkan kız kardeşi Makbule'ye:

— Makbuş, dedi, bu akşam eve kimse gelmeyecek. Ben annemin odasında yemek yemek istiyorum. Onun karyolasının karşısında bana bir yer sofrası hazırlattır.

Bu gece sizinle dertleşmek istiyorum.
— Mühim bir şey mi var, ağabeyciğim?
— Yarın gideceğim.
— Nereye?
— Gideceğim işte, nereye olduğunu sorma. Hayat bu. Belki ölürüm, gelemem. Size söyleyeceklerim var bu akşam!

Makbule evin üst katında, sokağa bakan şahnişli odadaki annesinin karyolasının karşısında yere ufak bir sofra kurdurdu. Sininin yanma, tam annesinin karşısına düşen yere rahat bir minder koydurdu. Sininin üzerindeki gümüş tepside püreli rosto ile yumurtalı ıspanak yemekleri duruyordu.

Mustafa Kemal, annesinin odasına çıktığında merakta n çatlayan kız kardeşi, ona kapıyı açarak içeri buyur etti.

Sokağa bakan bu aydınlık şahnişli odaya kapıdan girilince annesinin karyolası sola düşüyordu. Odada bu karyoladan başka bir küçük masa ile bir de kanepe takımı vardı ki, odanın bütün eşyası da hemen hemen bunlardı. Zübeyde hanım, gündüzleri çoğu zaman şahnişteki rahat minderinde oturarak caddeyi seyreder, eğlenirdi. Yalnız bugünlerde keyfi pek yerinde değildi. Bir zamandır kalp hastalığından rahatsızdı.

Mustafa Kemal, odaya girince hemen gitti, annesinin elini öptü; Makbule'nin hatırını sordu ve sonra minderine rahatça bağdaş kurup oturdu. Yemeğini yemeye başladı. İştahsız görünüyordu. Yemeğe çatalıyla şöyle kenarından dokunuyor, lokmalar sanki ağzında büyüyordu. En sonra, yiyemiyeceğini anlamış olacak ki, çatalını elinden bıraktı. Kız kardeşiyle annesinin gözleri merakla onu süzüyordu. Paşanın «gözleri alev alev yanıyor, çok heyecanlı olduğu halinden anlaşılıyordu.» Belki sonrasız ayrılacağı- annesinin karşısında birdenbire çocukluk, ilk gençlik ve gençlik anılarının saldırısına uğradı. Annesinin karşısında bu anıları bir kez daha yıldırım gibi yaşadı: (Sayfa: 14-15)
(…)

Yaşayışın bir mantığı vardı. Sıkı bir aşamanın bir noktasında yaşayışın bütün ilgili anıları yoğunlaşarak birikiyor ve orada kumullanıyordu. Mustafa Kemal, ölüme dek gidebilecek bir yolun başlangıcında ve en kritik bir yaşayış parçası içinde, diriminin en güçlü anlamlarından biri olan hasta annesi karşısında onunla ilgili zengin ve içli anıların bir oğul arı kalabalığıyla kendisine saldırdığını görmüş ve bir süre susarak bu «her dem lirik» kervanın gelip geçmesini beklemişti.

Annesiyle kız kardeşini daha çok merakta bırakmak istemeyen Mustafa Kemal, sözlerine şöyle başladı:

— Anneciğim, dedi, ben yarın gidiyorum. Buraların da Selanik gibi olmak ihtimali var. Elimden ne gelirse onu yapacağım. Fakat bu işte tehlike çoktur. Bana hakkını helâl et. Sen de bunları iyi dinle, Makbuş; işler fenaya dönerse, sakın buradan ayrılmayın. Bütün paranızı sarfedersiniz, paranız biterse, halılarınızı, kıymetli eşyanızı satarsınız. Bir kere daha söylüyorum, ne olursa olsun yola çıkmaya kalkmayacaksınız. Muvaffak olamazsam zaten sizi öldürürler, o zaman elbet ben de ölmüş olurum.

Bu sözler hasta annesi için de, kız kardeşi için de korkunç bir anlam taşıyordu. İki kadın da şaşırmış kalmışlardı. Zübeyde hanımın dua eder gibi ince ve keskin dudakları titriyordu. Makbule'nin boğazı kurumuştu; dili tutulmuş gibiydi, iki kadın da büyülenmiş gibi bu mavi gözleri garip bir alevle yanan gene adama bakıyordu. Zübeyde hanımın bu büyülenmişe benzeyen şaşkın hali, çok sürmedi, vücudu titreyip sarsılmaya ve elleriyle kalbini bastırmaya başladı. Mustafa Kemal ile Makbule, kalkıp tutuncaya dek anneleri bayılmıştı bile. Bu sırada dışarıdaki arkadaş kadınları ve Fikriye içeri koştular. Hemen pencereleri açtılar,
Zübeyde hanımı kucaklayarak sofaya çıkardılar. Mustafa Kemal, heyecanlı konuşmasının bu sonucu verişine pek üzülmüştü. Nerdeyse bütün soğukkanlılığını yitirmek üzereydi. Sözlerinin anlamını yeğnikletmek için boşuna uğraşıyordu:

— Anne, diyordu, merak etme; bu kadar üzülme. Ben size en kötü ihtimali anlattım. Muvaffak olmak ihtimali de kuvvetlidir. Tekrar buraya dönerim. Sizi yanıma aldırırım. Üzülme! Üzülme!

Mustafa Kemal, hemen Emireri Halit'i evin eski gediklisi Doktor Rasim Ferit'e koşturdu. Doktor Rasim Ferit Bey, tam zamanında yetişti ve bu şiddetli krizi tehlikeli bir hal almadan önleyebildi. Zübeyde Hanım, biraz kendine gelip de rahat soluk almaya başladığında, Mayıs sabahının ilk ışıkları pencereleri tatlı bir maviye boyamıştı. Böylece ayrılık zamanı da gelip çatmıştı.

Mustafa Kemal, ayrılık dakikalarının acısını şefkatin ve sevginin şünnde boğmak için annesinin yatağına oturdu. Onu iki koluyla sardı. Onun ellerini ve yüzünü birçok kez öptü, öptü:

— Anne, bana hakkını helâl et! diye tekrarlarken Zübeyde hanımın gözlerinden yaşlar akıyor ve bu yaşlar, oğlu için hayır dualar eden ihtiyar dudaklarını ıslatıyordu. Makbule, artık hiçbir şey söyleyecek, konuşacak durumda değildi. Annesiyle ağabeysinin yarattıkları bu yüksek sevgi ve şefkat tablosunu sessizce seyrediyordu. Mustafa Kemal, artık kalkmıştı. Gitmek üzereydi. Yeniden annesinin ellerine sarıldı; onları üst üste birkaç kez öptü. Annesi, oğlunun boynuna sarılmıştı. Sanki onu hiç bırakmak istemiyordu. Çaresiz, en sonra, kolları aşağı düştü. Mustafa Kemal, bu andan yararlanarak hemen kapıya doğruldu.

Makbule, alt kata inmekte olan ağabeysinin arkasından fırlayınca, Mustafa Kemal, merdiven başında duruvermişti. İkisinin gözleri bir an karşılaştı. İkisinin gözlerinde de sıtmalı ışıklar yanıyordu. Mustafa Kemal:

— Niçin konuşmuyorsun, Makbuş? dedi. Niçin bana öyle bakıyorsun?

Kız kardeşi, yaşlı gözleriyle ona bakıyordu.
— Ağabeyciğim, ne konuşayım? Muharebeye giderdin, bilirdim. Terfian giderdin, bilirdim. Bir vazifeye giderdin, bilirdim. Fakat bugün ne için gidiyorsun? Nereye gidiyorsun? Benim aklım durdu bu gidişe? Mustafa Kemal, kız kardeşini bağrına basarak:

— Evet, Makbuş, dedi, merak etme. Bunu da bilirsin, inşaallah!

Sonra merdivenleri sanki atlayarak indi. Kız kardeşi alt katta, merdiven başında durakalmıştı. Erkek arkadaşları varken aşağı inmemesi evin geleneklerindendi. Mustafa Kemal, arkadaşlarıyla üstü açık otomobille uzaklaşırken annesiyle kız kardeşi ve öbür ev halkı, pencerelere üşüşmüş, yaşlı gözlerle onları uğurluyorlardı. Evde herkes ağlıyordu. Zübeyde Hanım, birdenbire değişmişti. Gözyaşlarını beyaz başörtüsünün uçlarıyla kuruladıktan sonra Makbule'ye döndü ve sert bakışlan ve emreden sesiyle ona şöyle dedi;

— Sen asker kardeşisin; ayıp, ağlanır mı hiç askerin arkasından? Üzüntünü kimseye belli etme. Misafirlere şerbet ez. Memleketi için giden insan ölse bile ardından ağlanmaz!

Makbule'nin hıçkırıkları, bu sözlerden sonra daha çok sürmedi. Kalktı, geceden beri evde bulunan yakın dostların hanım ve akrabalarına yürek serinletici şerbet ezmek için dışarı çıktı. Çevresini alan kadınlar arasında kuru gözleriyle sessizce oturan Zübeyde Hanım, oğlunun gideceği yere sağ salim gitmesi için içinden dualar ediyor, dudakları kıpır kıpır kıpırdıyordu.

KAYNAK: Kutsal İsyan-II, Hasan İzzettin Dinamo, Tekin Yayınları 1986, Sayfa;14-15, 40-42






Olayın Bir Başka Anlatımı...

HAKKINI HELAL ET ANNE

Yıl 1919 Mayıs’ın 15.inci günü öğleden sonra Mustafa Kemal Paşa Şişli’deki evinde ziyaretine gelen arkadaşlarını uğurlarken onlara şöyle diyordu:

-Bu geceyi annem ve kız kardeşimle geçireceğim. Size veda ziyaretine gelemeyeceğim için kusura bakmayın. Şimdi sizlere veda etmiş olayım.

Mustafa Kemal Paşa konuklarını uğurladıktan sonra evin üçüncü katına çıkarak kız kardeşi Makbule Hanım’a şöyle dedi:

-Makbule bu akşam eve kimse gelmeyecek. Ben, annemin odasında yemek yemek istiyorum. Onun, karyolasının karşısında bana bir yer sofrası hazırlattır. Yarın Anadolu’ya gideceğim. Hayat bu; belki ölürüm. Gelemem. Sizlere söyleyeceklerim var.

Sofra hazırdı. Mustafa Kemal Paşa annesinin odasına girince elini öptü. Anne ve kız kardeşinin hatırlarını sordu. Yer sofrasında annesinin yattığı yatağın karşısına gelen yerdeki minderlere bağdaş kurarak oturdu. Mustafa Kemal Paşa’nın yemeğe isteksiz olduğu anlaşılıyordu. Zorla çiğnediği lokmaların arkasını keserek elindeki çatalı bıraktı. Çok heyecanlı olarak söze başladı:

-Anne, ben yarın Anadolu’ya gidiyorum. Buralarda neler olacağı belli değil. Selanik nasıl elden gitti ise buralar da öyle olabilir. Ben kurtarmaya çalışacağım. Ne elimden gelirse onu yapacağım fakat bu işte tehlike çoktur. Bu işi başarabilmem için iç dirliği ile çalışmam gerek, beni kaygı ve tasada bırakmayın. Giderken gözüm arkada kalmasın. Yurt için çalışırken sizden yana bir üzüntüye düşmek istemem. Hesapta ölmek, gidip gelmemek vardır. BANA HAKKINI HELAL ET. Sen de bunları iyi dinle Makbuş, işler fenaya dönerse sakın buradan ayrılmayın. Bütün paranızı sarf ediniz. Bir kere daha söylüyorum. Ne olursa olsun yola çıkmayacaksınız. Başaramazsam zaten sizi öldürürler. O zaman elbet ben de ölmüş olurum.

Mustafa Kemal Paşa’nın bu sözleri anne ve kız kardeşini pek duygulandırdı. Büyük Türk Anası Zübeyde Hanım, çok sevdiği biricik oğlunun bu sözlerinin etkisinden yeğin bir yürek çarpıntısı ile sarsılmaya başladı. Epeyce sonra kendine gelen Zübeyde Hanım’a Mustafa Kemal Paşa, heyecan içinde söylediği sözlerin yaptığı etkiyi gidermek için Anne üzülme ben size en kötü ihtimali anlattım. Bu işi başarmak ihtimali de kuvvetlidir. Tekrar buraya dönerim. Sizi yanıma alırım, üzülme diye annesini yatıştırmaya çalışıyordu. Zübeyde Hanım kendine gelip rahatlamaya başladığında, biricik oğlunun başarılı olması için Tanrı’ya yakarmaya başladı. Bu gece, kimsenin aklına uyku gelmiyordu. Ailecek sabaha kadar konuşuldu, dertleşildi.
KAYNAK: Samsun Valiliği, Samsun ve İlk Adım Dergisi-I, Samsun 1981, Sayfa:17


« Büyük başarılar, değerli anaların yetiştirdikleri seçkin çocukların yardımıyla meydana gelir. »
1923.

« Kadının en büyük vazifesi analıktır. İlk terbiye verilen yer ana kucağı olduğu düşünülürse bu görevin önemi gerektiği gibi anlaşılır….»
31. 01. 1923, İzmir’de Halk ile Konuşma.

5 Nisan 2008 Cumartesi

Kavaklılarla Konuşma


25 Mayıs 1919

En sonra Kavak bucağına vardılar. Mustafa Kemal, hükümet konağına indi. Nahiyenin ileri gelenleriyle görüşmek istediğini söyledi. Pontos eşkıyasını kovalamaya geldiğini işiten bütün Kavaklılar, Mustafa Kemal'in çevresine toplandılar. Ismarladığı kahveyi yavaş yavaş höpürdeten paşa, Kavak ileri gelenleriyle şöyle bir konuşma kapısı açtı:

— Ne haldesiniz, bakalım?
— Sorma, paşam.
— Eziyet çekiyorsunuz, elbet.
— Eşkıyanın aman verdiği var mı ki?
— Hükümetin imzaladığı mütarekeden memnun musunuz?
— Hayır, paşam.
— Sebep?
— Düşman, içimizde yaşıyor ve onu tenkil eden yok. Bizler ise bu merhametsiz ve gaddar çetelerle başa çıkacak durumda değiliz.
— Pekâlâ, ne yapmak fikrindesiniz?
— Bizi düşünen, derdimize çare bulacak olan kumandanlarımız, büyüklerimiz ne emrederlerse onu.

Kavaklılar arasında Akaloğlu Yusuf, şöyle haykırdı:
— Bu uğurda icap ederse dedelerimizden kalma silâhları da yağlar, öne atılırız.

Ekrem Beyde:
— İki yüz atlı ile emrinizdeyim, paşam, dedi.

Mustafa Kemal, buradakileri taşlı tarlasıyla boğuşan köylülerden daha başka buldu. Bu, bir ihtilâlcinin aradığı ortamın ta kendisiydi. Yola çıkmak için davranarak Kavaklıların elini sıkarken:

— Allahaısmarladık, dedi, burada bir Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurunuz ve bana Havza'ya bilgi veriniz.

KAYNAK: Kutsal İsyan-II, Hasan İzzettin Dinamo, Tekin Yayınları 1986, Sayfa 101-102


********




Bu Olayın Bir Başka Anlatımı.

Yol dik ve yokuştu. Irmak üstündeki köprülerden geçiyorlardı. Gökyüzünde kuzgun sesleri, dallarda karatavukların yer değiştiren kanat çırpışları vardı. Kuşlar, yolculara ayrı bir hava yaşatıyordu. Fakat yolun sonu bir türlü görülmüyordu. Dönemeçler, her an bir tehlikeye neden olabilirdi. meşelerin arasından bir çete saldırısıyla karşılaşabilirlerdi. Nihayet uzaktan üçyüz hanelik Kavak göründü. Benz tepeden yokuş aşağı iniyordu. Otomobil nahiye binasının önünde durdu. Nahiye binası iki katlı, kerpiç dolgulu, beyaz badanalı basit bir binaydı.

Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları nahiye binasında bir süre dinlendiler. Kasabalarına bir paşanın geldiğini duyan Kavak halkı, yavaş yavaş Mustafa Kemal'in etrafına birikti. Herkeste bir sessizlik hakimdi.

Mustafa Kemal Paşa halkı gözleriyle süzüyordu. Halk ise Kavak ileri gelenlerinin çevrelediği Mustafa Kemal Paşa'nın davranışlarını hiç kaçırmadan izliyordu. Mustafa Kemal Paşa'nın karşısında Aziz Bey, Akaloğlu Yusuf, Canbolat oğlu Ekrem Bey, Nahiye Müdürü ve halk vardı.

Kavak'ın zenginlerinden yaşı yetmişe dayanan Akaloğlu Yusuf:
- Çay mı kahve mi buyurursunuz?
Mustafa Kemal Paşa:
- Hava soğuk çay içelim dedi.
Çaylar içilirken Mustafa Kemal Paşa konuşmaya başladı:
- Ne haldesiniz bakalım?
- Sorma Paşam
- Eziyet çekiyorsunuz elbet.
- Eşkiyanın aman verdiğivar mı?
- Hükümetin imzaladığı mütarekeden memnun musunuz?
- Hayır Paşam.
- Sebep?
- Düşman içimizde yaşıyor ve onutevkil eden yok. Bizler ise bu merhametsiz ve gaddar çetelerle başa çıkacak durumda değiliz.
- Pekala ne yapmak fikrindesiniz?
- Bizi düşünen derdimize çare bulacak olan kumandanlarımız, büyüklerimiz ne emredelerse onu.
-Eğer ben, memleketimizi çiğneyen düşman kuvvetlerini memleketten sürüp atmak, memleketi hakiki istiklaline kavuşturmak için bir hareketin başına geçecek olursam bu iş de hanginiz beni desteklersiniz?

Canbolat oğlu Ekrem Bey hemen yerinden fırlayarak Mustafa Kemal Paşa'yı askerce selamladıktan sonra:
- Şu saniyeden itibaren iki yüz adamımla emrinizdeyim Paşam cevabını verdi.
Kavaklılar arasından Akaloğlu Yusuf Bey ise şöyle haykırdı:
- Bu uğurda icap ederse dedelerimizden kalma paslı silahları da yağlar öne atılırız. Yetti gayri!

Ortalıkta o sırada bir kaynaşma oldu. Böylece Mustafa Kemal Paşa'nın Kurtuluş Savaşı?nın ilk kıvılcımlarını ateşlediği halk Kavak halkı oldu. Kavak halkının bu kararlı duruşundan duygulanan Mustafa Kemal Paşa:

- Allahaısmarladık. Ben Havza'ya gidiyorum. Sizler hemen bir müdafa-i hukuk cemiyeti kurunuz. Bana da bilgi iletiniz. Vatanın kurtuluşu için birleşmek şarttır dedi. Hepsinin elini sıkarak onlarla vedalaştı. Canbolat oğlu Ekrem Bey Mustafa Kemal Paşa'yı emrindeki atlılar ile birlikte Havza'ya kadar yolcu etmiştir.

Kurtuluş Savaşı'nın tarihini yazan Hasan İzzettin Dinamo, Kavak halkı için şunları söylüyor:
"Mustafa Kemal, buradakileri taşlı tarlasıyla boğuşan köylülerden daha başka buldu. Bu bir ihtilalcinin aradığı ortamın ta kendisiydi."

Selahattin Tansel ise; Mustafa kemal'in önderlik işine Havza'ya giderken yol üstünde bulunan Kavak kasabasından geçtiği sırada başladığını dile getiriyor.

4 Nisan 2008 Cuma

Kendi Kendine Gelip Giden Tehlike



Mustafa Kemal, arkadaşlarıyla şehre döndükten sonra, doğruca Mıntaka Palas'a gitmiş, yemeğini yemiş, kahvesini içiyor, birkaç kişiyle oturmuş konuşuyordu. Belediyenin önünde bulup da silâhlandırdığı asker, otelin kapısında nöbet bekliyor, içeri sinek uçurmuyordu. Dışarıdan onun sesi:

— Yasah, diyon sana, ulan! diye birkaç kez yineleyince Cevat Abbas, tabancasını çekerek kapıya koştu. Karşısında orta yaşlı, iri yarı, kara gözlü, esmer, palabıyıklı, halktan bir adam duruyordu. Daha çok doğulu bir Kürt hamala benziyordu. Bıyıkları o denli karaydı ve öyle parlıyordu ki onları yanmış fındıkla boyadığı kanısını veriyordu.

— Ne arıyorsun burada?
— Mustafa Kemal Paşa'yı göreceğim!
— Ne yapacaksın paşayı?
— Ona söyleyeceklerim var.
— Nedir söyleyeceklerin? Bana söyle, ben ona söylerim.

Konuşmasından Kürt olduğu anlaşılan adam, mutlaka içeri girmek istiyordu. Yaver, en sonra önüne düşerek onu Mustafa Kemal'in oturduğu odaya götürdü.

— Sizi bir vatandaş görmek istiyor, paşam.
— Gelsin görelim.

Bu adamın durumunda bir gariplik olduğu herkesçe görülüyordu. Hepsi dikkatle ona bakıyor ve her davranışını göz hapsinde bulunduruyorlardı. Mustafa Kemal:

— Gel bakalım, evlât, bir arzun mu var? diye sordu.
— Var paşam, zatınıza söyleyeceklerim var!
— Haydi, çekinme, söyle öyleyse!

Adam, boğazını temizledikten sonra:
— Paşam, dedi, bana zatınızı vurmak için vazife verdiler.
— Peki, öyleyse, vur beni, yap vazifeni, haydi.
— Aman paşam, sen vurulacak adam mısın? Sen, baş tacı olmaya lâyıksın.

Sonra ceketinin iç cebinden yepyeni bir tabanca çıkarıp masanın üstüne bıraktı:
— İşte paşam, bana verdikleri tabanca. «Git. O vatan, millet haini, padişahımızın düşmanı olan paşayı vur.» dediler. Ben de zatınızı öyle sanarak öldürmeye karar verdim. Üç gündür arkanda dolaşıyorum. Bütün düşüncelerim alt üst oldu. Meğer beni aldatmışlar! Az kalsın milletin babasını vuracaktım. Senin, hemşehrilerle konuşmalarını dinledim, baktım ki sen yalnız bizi düşünüyorsun. Bizi düşmanların elinden kurtarmak istiyorsun. Asıl hain onlar; o senin düşmanın olacak namussuzlar, ben de artık sendenim, paşam.

Mustafa Kemal, bu kendi kendine gelip, kendi kendine giden tehlikeye şaştı kaldı. Daha önce, bu çeşit suikast olaylarıyla birkaç kez karşılaştığı için şaşkınlığı uzun sürmedi:

— Al tabancanı, sok beline, evlât, dedi, sen de artık benim askerim sayılırsın. Tabancasız, silâhsız olursak Pontosçular hepimizi gelip keser.

Kürde bir de kahve ısmarladı ve kendisini unutmamasını söyledi. Adam, kahvesini içtikten sonra, tabancasını alıp cebine soktu ve Mustafa Kemal'in ellerini birkaç kez öperek çıkıp gitti. Mustafa Kemal, bunun üzerine bir sigara yaktı, arkadaşlarına da birer tane verdi: Yüzü gülüyordu. Seviniyordu. Bu olay da anlatmıştı ki, halk, onun dilinden anlıyordu. Halk onun dediklerini, kendi içinin yankısı olarak buluyordu. Halk, bir kurtarıcı bekliyordu. Mustafa Kemal. Samsun'dan ayrılmak için acele ediyordu. Gitmeden önce de Samsun'da Pontosçulara karşı tertibat almak, teşkilât kurmak istiyordu. Bunun için de Havza'ya doğru yola çıkmadan önce Refet beyin kurmay başkanı eski sınıf arkadaşı Yarbay Mehmet Arif beyi Samsun'un Kırak köyüne örgüt yapmak üzere bıraktı.

KAYNAK: Kutsal İsyan-II, Hasan İzzettin Dinamo, Tekin Yayınları 1986, Sayfa 76-77

3 Nisan 2008 Perşembe

Kavak Çakallı’da Bir Köylü Ve Mustafa Kemal Paşa.


Sovyet diplomat Aralov, 1922 ocak ayında Çakallı'da bu köylüyle tercüman aracılığıyla konuşmuştu. Köylü pulluksuz karasabanla tarımdan dert yanarken vergilerin yoğunluğundan şikayetçi...Atatürk'ten umutlu....(Aralov bu kişilerin isimlerini bir cetvele yazmıştım ama kağıdı kaybettim diyor notlarında) Bu tarla Çakallı köprüsü ile Kocaköprü arasında)
KAYNAK: Mehmet KÖSEOĞLU
https://www.facebook.com/photo.php?fbid=1104307166278083&set=pb.100000964304365.-2207520000.1524947240.&type=3&theater

Yaşlı Benz, içindekilerin yüreğini her an ağızlarına getirerek Kavak bucağına doğru tırmanıyordu. İkide bir bozulup durmak huyu olan otomobil, bir tarlanın kenarından geçerken hırlayarak, aksırıp öksürerek birdenbire durdu. Mustafa Kemal'le arkadaşları, inerek biraz ötede çift süren yaşlı bir köylüye yaklaştılar. Mustafa Kemal, selâm sabahtan sonra köylüye memleketin bugün içinde yüzdüğü dertlerden söz açtı, onun bu büyük ve öldürücü tehlikeler karşısındaki kaygı ve korku damarını deşmek istedi. Yaşlı köylü kös dinlemişe benziyordu. Mustafa Kemal'in bütün sözleri onu hiç etkilemiyordu. Yüzü, sabanıyla devirdiği bir toprak keseği gibi heyecansız, korkusuz ve durgundu. Mustafa Kemal, sözlerini sürdürerek:

— Hemşeri, dedi, düşman Samsun'a asker çıkaracak, belki buraların hepsini ele geçirecek, sense rahat rahat toprağı sürüyorsun.

Köylü, en sonra, paşanın verdiği sigarayı toprak renkli, çatlak ve nasırlı parmakları arasında beceriksizce tutup içmeye çalışırken şöyle karşılık verdi :

— Paşa, paşa, sen ne diyon? Biz, üç kardeştik. İki de oğul vardı. Yemen'de, Kafkas'ta, Çanakkale'de hepsi elden gitti. Bir ben kaldım. Ben de yarım adamım. Evde sekiz oksüz ile üç dul kalmış kadın var. Hepsi benim sabanımın ucuna bakar. Şimdi, benim vatanım da yurdum da şu tarlanın ucu. Düşman, oraya gelinceye dek benden hayır yok.

Mustafa Kemal, adamın üstüne daha çok varmadı. Onun ne demek istediğini anlayacak kadar tecrübesi vardı. Adamcağıza Allahaısmarladık diyerek yeniden çalışmaya başlayan otomobile bindi.
(…)
KAYNAK: Kutsal İsyan-II, Hasan İzzettin Dinamo, Tekin Yayınları 1986, Sayfa 100-101

2 Nisan 2008 Çarşamba

Samsun'da Yanına Aldığı İlk Er



Mustafa Kemal, belediye reisinin ziyaretine giderken belediyenin önünde bir facia ile karşılaştı. Ayaklarının parmakları patlak postallarından dışarı fırlamış, üstü başı paramparça, açlıktan avurtları çökmüş, gözlerinde umutsuzluğun iki uçurum gibi derinleştiği bir Türk askeri gördü. Ne var ki, o, paşayı görmüyor, bayağı yüksek sesle ağlıyordu. Belediyesinin ve askerî gücünün kasası tamtakır olan çileli Samsun, bu sokakta kalmış çilekeş askere yardım edecek durumda değildi. Memleketine dek gidecek parası olmadığı meydandaydı. Nerden terhis edilmişse ortada bırakılmış sayısız askerciklerden birisiydi. Sesli sesli ağlıyordu. Bu ağlayış tonunda umutsuzluk ve umarsızlığın acı izleri seçiliyordu. Mustafa Kemal, bütün bunları bilmekle beraber onun önünde durdu ve:

— Asker ağlamaz, arkadaş, dedi. Sen ne ağlıyorsun?

Askercik, o denli kendinden geçmişti ki, Mustafa Kemal'le arkadaşlarını da ordan gelip geçen bayağı yolcular sanmış, hiç aldırış etmemişti. Mustafa Kemal'in sesi, onu uyandırdı. Başını kaldırdı. Bu sesi ve bu yüzü tanıyordu. Bu Çanakkale'deki kumandanı Miralay Mustafa Kemal'in kendisiydi. Askercik, şaşırmıştı. Dikkatle baktı: Karşısındaki şimdi bir paşaydı. Demek ki paşa olmuştu. Yanık yüzünde birdenbire donakalmış gözyaşlarıyla kafasını kaldırmış, bu içi gülümseyen ve kendisini anlayan şefkat dolu mavi gözlere bakıyordu. Dilini yutmuş gibiydi. Mustafa Kemal sorusunu yineledi:

— Söyle, ne ağlıyorsun?

Askercik, yanık sesiyle:
— Düşman memleketi bastı, hükümet beni terhis etti. Silâhımızı elimizden aldılar. Toprağıma giren düşmanı şimdi ben ne ile öldüreceğim? dedi.

Mustafa Kemal, derin ve tatlı sesiyle:

— Üzülme, çocuğum, dedi, gel benimle.

Sonra, Cevat Abbas beye:
— Cevat bey, dedi, biraz sonra fırka karargâhına gittiğimizde Binbaşı Mahmut Ekrem beye söyle, bu çocuğu tepeden tırnağa silâhlandırsınlar. Bu bizim yeni ordumuzun ilk askeridir.
KAYNAK: Kutsal İsyan-II, Hasan İzzettin Dinamo, Tekin Yayınevi 1986, Sayfa:61-62

1 Nisan 2008 Salı

Atatürk'ün Samsun Anıları




SAMSUN POSTANESİNDE
Telgraf Memur Yardımcısının Atatürk ile Anısı

1919 yılında Samsun’da telgraf memur yardımcısı olan Ahmet Remzi (Coşkuner) Bey anlatıyor: “Askerlik görevimi yaparken eğitimim olması nedeniyle telgrafhanede görev verilmişti. 1918 yılı sonlarında Mondros Mütarekesi ile 1919 başlarında birliğimiz salıverildi.

Fransız işgali altında olması sebebiyle memleketim Antakya’ya gidemedim. Arkadaşlarımın tavsiyesi üzerine Samsun’a gittim. Telgrafhaneye başvurarak maniple denilen aleti ve Mors alfabesi bildiğimi ve askerlik sırasında telgrafhanede çalıştığımı söyleyince, kadro olmadığı halde ihtiyaç nedeniyle beni görevlendirdiler.

Akşamları kahvehanede toplandığımız ve umutsuzluk içinde vatanımızın elden gittiğini düşündüğümüz 1919 Mayıs’ında Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a geldiğini duyduk. Halkın çoğunluğu ‘Mustafa Kemal Paşa da diğer gelip gidenler gibi fes kapmaya gelmiş biridir’ görüşünde idi.

O zamanlar fes kapma deyimi, memleketi düşünmeden bir mevki elde etmeye çalışmak anlamında kullanılıyordu.

Samsun telgrafhanesinde nöbetçi olduğum bir gece hava yağmurlu ve elektrik yüklü idi. O zamanlar paratoner sistemi olmadığı için telleri toprağa vermiştim.

Kapı nöbetçisi koşarak geldi ve Paşa geliyor dedi. Mustafa Kemal Paşa ciddi ve güven veren bakışları ile çalışma odamıza girdi.

Ayağa kalktım. ‘Buyurun Paşam!’ dedim.

‘Derhal Havza ve Amasya işle görüşmem gerekiyor!’ dedi.

‘Hava elektrikli. Telleri toprağa verdik. Sizi görüştüremem’ cevabını verdim.

Sonra şu konuşma geçti aramızda.

‘Bu konu vatanın kurtuluşu ile ilgilidir. Muhakkak görüşeceğim. Bir elini makineye koy, diğerini ben tutacağım, yıldırım çarparsa seni de çarpar beni de!’

‘Ama Paşam!’

‘Ya ölürüz ya vatan kurtulur!’

Ceketinin cebindeki ipek mendili çıkartıp maniplenin üstüne koydu. Benim için telleri devreye sokmaktan başka çare kalmamıştı.

Elimi bırakması için yaptığım ısrarlara aldırmadı ve elimi bırakmadı. Önce Havza’yı aradım. Derhal cevap geldi. Nöbetçi memur Kemal Paşa’nın adamlarının emir beklediklerini söyledi.

Paşa şifreli bir not verdi. Yazdım.

Gelen şifreli cevaba elimi bırakmadan baktı, alelacele bir şeyler yazdı. Onu da Havza’ya ilettim.

Sonra Amasya ile de şifreli bir görüşme yaptı.

Sonra elini sırtıma koydu ve ‘Oh, çok şükür vatan kurtuldu!’ dedi ve maiyeti ile birlikte gitti.

Birden aptallaşmıştım, ter içinde kalmıştım. Oturduğum yerden uzun süre kalkamadım.

Mustafa Kemal Paşa hayatını ortaya koyuyordu. Fes kapmaya gelmiş birisi olamazdı. O bir vatanperverdi.

Atatürk’e olan hayranlığım böyle yağmurlu bir gecede başlamıştır.”

Vatan Gazetesi // Zülfü Livaneli